KİRLİ MENDİL (Göktuğ ŞEREMETLİ)

Sıtkı Şeremetli

KİRLİ MENDİL
(Göktuğ ŞEREMETLİ)
Kepsut’un Tepe Köyünden Süleyman Çavuş Çanakkale’ye gider ve tam dokuz yıl sonra çıkar gelir. Çanakkale’de İngilizlere esir düşmüştür.
Esarete de Süleyman Çavuş ve arkadaşları Malezya taraflarına götürülmüş. Hangi esir kampında olduğunu bilmiyoruz. Anlattığı kadarıyla esir kampında birkaç yüz Türk varmış.
Esaret arkadaşları arasında bunlar Balıkesir’den üç kişi imişler. Hemşeri oldukları için hep beraber kalıyorlar, bir birlerine destek oluyorlarmış. Kepsut Tepe köyden Süleyman Çavuş ve Pamukçu kasabası civarından ayni köyden iki arkadaş daha.
Bu iki arkadaşın bir özellikleri daha varmış. Bunların ikisi de köylerinden ayni kız aşıkmışlar. Eskiden köyler dokuz , on hane olurdu. Eğer bir kız varsa, bütün köy delikanlıları ona aşık olurlardı.
Bu iki arkadaş Çanakkale’ye gelmeden önce, köyde helalleşmek için eşi dostu ziyaret ederlerken, kız bu arkadaşlardan birine gizlice içine “kekik dalı koyduğu bir mendil vermiş.
Esarette, mendilin sahibi olan genç, her gün mendili çıkarır, kekiği koklar, hiç durmadan hüngür hüngür ağlarmış. Rakibi olan diğer arkadaşı ona hiç durmadan : “Ne olur, memleket kokusu. Ne olur, şu mendili bir de ben kokayım..” diye yalvarır, ağlarmış. Öbür arkadaşı ise: “Olur mu..Olur mu..? Mendili sana mı verdi? Olur mu?”diye mendili koklamasına izin vermezmiş. Mendil akan göz yaşlarından öyle kirlenmiş ki rengi bile değişmiş. Hemen her gün. Bu esaret arkadaşlarından biri mendili koklar ağlar. Diğeri koklamak ister ağlarmış. Malezya’da kekik ne arar. Gurbette bir kekik kokusu bile ağlarcasına özleniyor..
Bir gün mendilin sahibi olan esir, orada vefat ediyor. Ölmeden önce arkadaşına koynundan çıkardığı mendili verip: “Kardeşim, ben artık gidiyorum. Artık emanet senin..” diye ruhunu teslim eder.
Mendili alan arkadaşı her gün her fırsatta mendili çıkarır, koklar koklar hem gurbetin sıkıntılarına, hem ölen arkadaşına, hem hasret çektiği sevdiğine ağlar durur.
Bir gün harp bitti. Esaret de bitti. Haydi artık gidin derler. Nasılsa onları götürecek gemiyi kaçırırlar. Düşerler yayan yola. Yol bilmezler, iz bilmezler, para yok, iş yok.. Dilenerek vatana ulaşmağa çalışırlar. Aç, perişan Hindistan’a ulaşırlar. Orada Mendilin diğer sahibi de vefat eder. Ölmeden önce mendili çıkarıp:”Süleyman, artık benden hayır yok.. Eğer memlekete sağ varırsan , bizim köye var, bu mendili Ahmet kızı Hatice’ye ver. Emanetini alsın, artık bizi beklemesin…”diye ona teslim eder.
Ve bir gün Süleyman Çavuş göyüne çıkar gelir. Saç sakal birbirine karışmış, Giysiler lime lime parçalanmış, elde bir değnek, sırtında kocaman bir torba Süleyman Çavuşu kimse tanımaz.. Dilenci sanmışlar. O devirlerde esaretten dönenlerin çoğu ancak dilenerek köylerine ulaşırlarmış. Ama köyü köpeğinin tanıdığını söylerler. Her gelen yabancıya havlayan köpek ona havlamamış.
Süleyman Çavuş evine yaklaştığında oğlu da tanımamış. “Ana, bir dilenci geliyor..” diye içeri seslenmiş. Karısı dışarı çıkmış. O da tanıyamamış. Ama Süleyman Çavuş, karısına ismiyle seslenince kadın onu sesinden tanımış, ona doğru koşmuş. Süleyman Çavuş:”Aman sarılma.. önce beni bir yıkayın demiş. Hemen bahçede duran çamaşır kazanının altını yaktırmış. Köydeki “Berber Dayı”yı da çağırmışlar. S u ısınınca Süleyman Çavuş bir taşın üzerine oturup soyunmağa başlamış. Çamaşırlarını almak isteyen karısı onları vıcık vıcık bit içinde görünce bir çomakla bütün çamaşırları kazanın altına atmış. Sıra sırt torbasının boşaltılmasına gelmiş. Her şey yırtık pırtık. Hemen kazanın altına atmağa başlamış. En dipte pis, kirli, leş gibi bir mendil çıkarmış, tam onu da kazanın altına atacakken
Süleyman Çavuş: -Aman..Onu atma..O emanet.. Onun sahibi var..
Karısı:- Çok pis. Bari yıkayayım..
Süleyman Çavuş:- Hayır. Yıkama O esarette kalan iki arkadaşımın göz yaşlarıyla kirlendi.
Süleyman Çavuş’un üstüne “susakla”(su kabağı” bir kazan kaynar su dökmüşler ancak kiri kabarmış. Hattâ öyle ki, kirini bir tahta fırçasıyla sıyırmışlar. Yılların kiri ancak temizlenmiş. Sakalı tıraş da olunca, o olduğu ortaya çıkmış.
Uzun zaman sonra Süleyman Çavuş ancak kendini toparlaya bilmiş. Yıllarca esaret çekmek kolay değildir. Emaneti teslim etmeğe karar vermişler.
Bir gün at arabalarına binip önce Kepsut’a oradan Balıkesir’e oradan da köye varırlar. Köye yaklaştıklarında karşılayıcılar çıkar. Köyden düğün sesleri gelmektedir. Köye yaklaştıklarında karşılayıcıların içinde o köyden Çanakkale’de siperlerde beraber oldukları Kadir Çavuş da vardır. Kadir Çavuş da o köydendir. Yalnız o esir düşmemiş, harp sona erince köyüne geri dönmüş. Kucaklaşırlar.
Kadir Çavuş-Yahu Süleyman, benim bu gün evlendiğimi sana kim söyledi?
Süleyman Çavuş- Kimse söylemedi. Söyleselerdi de mutlaka gelirdim. Ama bugün buraya Ahmet kızı Hatice’yi görmeğe, ona esaretten getirdiğim emaneti vermeğe geldim.
Süleyman Çavuş, esarette ölen arkadaşlarının durumunu anlatır.
Kadir Çavuş- Hatice Hanıma ben de aşıktım. Ama o iki arkadaşım benden büyüktüler. Aralarında onun için öyle kavga ediyorlardı ki ben onların yanında bu sevdamı açıklamağa cesaret edemedim. Ama Askerden dönünce her sene evlenmek için Hatice hanıma haber yolladım. Ama o: “Benim verilmiş sözüm var..” diye kabul etmedi. Fakat yıllar geçtikçe ümidi herhalde kalmadı ki geçenlerde benimle evlenmeyi kabul etti. Ama bana; eğer doğacak çocuklarımız erkek olursa onlara esarette ölen arkadaşlarım Ömer ve Mustafa adını vereceğime dair söz verdirdi. Bu düğün bizim düğünümüz. Benim için mahzuru yok. Hanımın götürüp emaneti versin. Hem onların öldüklerini öğrenince belki gönlü daha rahat olur..
Süleyman Çavuş’un Hanımı düğün evine girer. Hatice hanımın yanına oturur. Köy küçük olduğundan az misafir vardır. Süleyman Çavuş’un hanımı bir ara Hatice hanıma:
“Size bir emanet getirdim.”
Hatice Hanım:-Hayrola?
“Size çok uzaklardan bir esaret emaneti getirdim..”
Hatice Hanım irkilir.”Ömer ile Mustafa’dan mı yoksa?” Süleyman Çavuş’un hanımı o kirli mendili çıkardığında Hatice Hanım kaparcasına alır. Göğsüne bastırır, hıçkıra hıçkıra saatlerce ağlar…
Asker arkadaşları Kepsut’lu Süleyman Çavuş ile Kadir Çavuş birbirlerini bırakmazlar. Yıllarca birbirlerine giderler gelirler. Selam yollarlar. Herhalde 1940 ların sonu veya 50 lerin başında olmalı. Süleyman Çavuş bir gün pazarda Kadir Çavuş’un köylülerine rastlar. Onlara Kadir çavuşu sorar.”Geçenlerde Hatice hanım vefat etti. Mezara konurken anlamadığımız bir şey oldu. Oğulları Ömer’le Mustafa analarının cesedini kabre koydular. Sonra ‘anamızın vasiyeti’ diyerek yüzüne kirli, pis, leş gibi bir bez parçası örttüler.. Neydi o pis bez parçası, anlamadık. Sorduk ‘Biz de bilmiyoruz’ dediler. Neydi acaba o kirli bez parçası.”
Neydi acaba o kirli bez parçası acaba …?
AYDIN AYHAN Alıntı
BU KONUYU SOSYAL MEDYA HESAPLARINDA PAYLAŞ
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ