Okumayı sevenlere… Bir Gen Hastalığı: “Kosmopatica Turcicus”

Okumayı sevenlere…  Bir Gen Hastalığı: “Kosmopatica Turcicus”
Okumayı sevenlere…

Bir Gen Hastalığı: “Kosmopatica Turcicus”


Bütün dünya bilir, misafirperverliğimiz dillere destandır. Bizdeki yabancıya ilgi, sevgi, hayranlık; hatta folklor ekibi destekli karşılama merasimleri, diğer toplumlara göre “biraz” abartılıdır.

Bu ifratın derinliklerinde yatan genetik rahatsızlığa, ben biraz da espri katarak, “Türk Kozmopatisi” diyorum.

Kelimeyi, “hastalıklı yabancı hayranlığı” olarak tanımlamak mümkün…

Kavram, biraz “kozmopolitanizme” yakın; ancak bu hastalık, salt siyasi bir rahatsızlık olmadığı için kavramı yeniden inşa etmeye muhtacız.

“Kozmopati”nin tam bir Türkçe karşılığı yok. Bu yüzden de ileride onun yerine “yabancıl” gibi yeni bir sözcük türetmek zorunda kalabiliriz.

“Aşkın gözü” dışarıda mı?

Son zamanlarda hormonları, titreşimleri, vücut kimyasını, frekansları filan inceleyerek aşkı çözmeye çalışan fiziksever metafizik meraklılarının, “insan genetik olarak yeni bir tür yaratmaya odaklanmıştır; bu yüzden de kendisinden farklı bir gen kombinasyonu arar; en yabancı olanı bulunca da hiç habersiz kokusunu alır ve aşık olur” tarzındaki açıklamaları, bana son derecede makul geldi.

Evet tabii ki insanın farklı olana, kendisinde olmayana, ekmeği varsa katığa, katığı varsa ekmeğe meyilli olması son derecede mantıklıydı. İnsanın aile fertlerine ve yakın akrabalarına karşı yaşadığı doğal cinsel perhizin sırrını da belki burada aramalıydık. Ama işte aşkın kimyası bize mantıklı bir formül sunuyordu.

Neticede özet olarak insanın o bilinen “dışarıya karşı” doğal nefsani eğilimden bahsediliyordu.

Ancak konunun bizim yabancı hayranlığı meselesi ile de bir ilişkisi olabilirdi.

Bir sonuç alabilmemiz için belli ki Sosyal Antropolojideki “egzogami” (dışarıdan evlilik) kültürünü de heybemize katmamız gerekiyordu. Ayrıca destanlaşmış aşkların da, komşu ülke sınırlarıyla, kaf dağının zirveleriyle ve Arap çölleriyle bölünmüş kalplerde yaşandığını da hatırlamamızda fayda vardı.

Dip kuzenlerin birbiriyle evlenmesi için kahraman olmak gerekmiyordu; ancak yiğitseniz uzaklarda bir iş yapmanız, kaf dağının ardındaki ağlayan narla gülen ayvayı alıp getirmeniz gerekiyordu.

Yani masallarımız da yaban ellere ve kozmosun gizemli noktalarına yapılan yolculuklarla doluydu.

“Bambaşka”nın, “acayip”in bu kadar aşkla söylendiği başka bir dil var mıydı acaba?

Bütün bu paralel bulguları derleyip topladıktan sonra, artık şu meşhur ve bize özgü “yabancı hayranlığının” genlerine doğru maceralı bir yolculuğa çıkabilirdik.

Yolculuğun başında “buna bir de isim bulalım ki tedaviye rahat geçelim” diye düşünürken milli hislerim, kavramı “kozmopolitanizme” doğru ötelemeye başladı.

Nihayet ben buna “Türk kozmopatisi” demeyi uygun gördüm.
Almanlarda varsa böyle birşey onlar da “Alman kozmopatisi” desinler. Milliyetçiliğin antijeni (kimyasal katili) olan bu karakteristik “yabancı hayranlığı,” zamanla “geno-kültürel” boyut kazanmış; bu yüzden de ideolojik disiplini aşarak eğitimsiz Milliyetçilere de bulaşan bir Türk hastalığı olarak beyin hücrelerimize bağlanmış olmalıydı.

Neden Türklerde daha çok görülüyor?

Bize göre, yabancı hayranlığı kavramının temeldeki bileşenlerinden biri, siyasi “egzogami” yani hükümdar seviyesinde yapılan “dışarıdan evlilik”ti.

Türklerin hükümdar seviyesinde “egzogami” yanlısı olduğu, “Çinli Prenses” efsanelerinden belliydi.

İlk ciddi Türk yazıtlarında Bilge Kağan’ın, “hacı adaylarına rehberlik eden bir diyanet görevlisi kadar” ısrarlı bir şekilde “gruptan ayrılmayın…
Ötüken ormanında oturun… Çin milletinin tatlı sözüne, ipek kumaşına aldanmayın…” gibi tarihi bir kozmopati ameliyatı yaparken, “Çin’den bedizçi getirtmesi” de ayrı bir kozmopati vakasıydı!..

“Çinliden uzak durun!” sözünü bile Çinli bir ressama yazdıran, belki de dünyanın en “kozmopatik” milletiydik biz.

Tuğrul Bey, 1055’te Bağdat’a girdiğinde 60’ını çoktan geçmişti. Ancak halifeden sadece “sultanlık menşuru” almakla kalmadı, mağrur kızını da aldı; çünkü kızcağız, “orijinal Arap”tı.

Aynı şekilde Osmanlı’da padişahın harem menzilinin, aynen sınırlar gibi “üç kıtaya kadar” uzandığı herkesin malumudur.

Bütün bu tarihi tasarrufları kanıksamış olabiliriz. O yüzden de bize gayet normal gelenekler gibi görünebilirler.
Ancak sosyolojide müzmin rahatsızlıkları, kültürel alışkanlıklardan ayırmak o kadar da kolay değildir.

Tarihe bu perspektifle bakarken şunları da görürüz:

Çinlileşip, assimile olan Türklerin haddi hesabı yoktur.

Avrupa’ya giden Hunlar’dan geriye sadece bir avuç Turancı Macar kalmıştır.

Hindistan’a inen Akhunlar, Gazneliler ve Babürşahlar’dan geriye Sanskrit üzeri az Türkçeyle yanında da Pakistan kalmıştır.

İran’a gelen Türkler, devleti Farsça’yla yönetip, yönettikleri kavmin kültürünü almışlardır.

Anadolu’ya gelen Türkler, İslam sayesinden kısmen “serbest kozmopati”den uzaklaşırken, bu kez de Arap “sempatisi” ile malul olmuşlardır.

Almanya’ya giden Türkler, Almanlara hayrandır.

Amerika’yı gören Türkler, Amerikan hayranıdır.

Daha acıklı kozmopati örnekleri de eksik değildir.

Anamızdan esirgediğimiz sevgiyi, gün gelir İngiliz madamlarına gösteririz.

Hatta bacımıza, kardeşimize çok gördüğümüz şefkati, pavyon karısından esirgemeyiz.

Haklı bir feminist sızlanmaya göre, evlenen erkeğin gözü dışarıdadır. Karısına “canım” demez ama metresine güller yağdırır.

Daha vahim bir vaka: Ülkücülerdeki “gizil kozmopati!..”

Bu hastalığa düçar olmuş Ülkücüler, birbirine “haa sen de bizim gibi kozmopatik trendi ıskalayan Türklerdensin. Uyanık olsaydın, Türkü sevmez; Ülkücü olmazdın” gözüyle bakarlar!..

Bu yüzden de avluda volta kesen, koğuşta yer daraltan kader mahkumları gibi birbirlerini sevmeyen Ülkücülere sıkça rastlarız. Belki kucaklaşma yerine kafa tokuşturmanın giderek “başını taşlara vurma” boyutu kazanmasını da bu rahatsızlığa bağlayabiliriz.

Bu sevgisizler, ulusalcı veya cemaatçi bir yabancıyı Ülküdaşlarına tercih etme eğilimi bile gösterebilirler.

Ülkücünün sadakati ve namusu “çantada keklik” olduğundan olsa gerek; namussuz üç kağıtçıların itibarı, sancısız yöneticiler nezdinde Ülkücününkinden daha üstün bile tutulabilir.

Eğer ülküsüz namussuzlara gösterilen bu itibar, “az bulunana düşkünlük” kabilinden koleksiyoner bir sapma değilse yine bizim “kozmopati”nin sahasına girer.

Bu da milliyetçi ortamda metastas yapmış bir “gizil kozmopati”dir.

Ülkücü hareketin son otuz yılda abuk subuk davalara adam kaybetmesinin sırlarını da belki burada aramak gerekiyor.

Ne olursa olsun kendilerinden sosyal sterilizasyon beklenen Ülkücülerin bu hastalıktan büyük bir özenle korunmaları ve birbirlerini sevmeleri gerekiyor.

Acaba?

Bilenler bilir, tababet dili biraz ağırdır. O yüzden kusurumu bağışlayın. Ben bu hastalıkta, ilk kültürlenme dönemindeki “talancılığın” etkili olduğunu düşünüyorum.

Türk, uzun yıllar “yabancı” kavramını; dostsa, öpülüp, sevilecek, mümkünse gelin edilecek; düşmansa, yağmaya kurban gidecek bir “talan alanı” olarak görmüştür.

Dosta kılıç kaldırmanın cezasının ölüm olduğu bir kültürde, “canı ve malı helal olanlara” gösterilen teveccühün zamanla bir “meslek hastalığına” dönüşmesi, hiç de sürpriz değildir!. 

Kimse kimseyi kandırmasın, ayıp günah da değildir. İlkel çağlarda savaş sonrasında yabancılarla ilk temas, yağma, talan ve ganimet merkezli bir gümrük muamelesi gibiydi.

Fethedilen arazinin insanları, vatandaşlığa kabul edilirken galiplere bir miktar vergiyi “aynen” ödemiş oluyorlardı.

Türkler kadar çok savaş ve fetih yapan başka bir kavim olmadığına göre “yabancıda güzellikler görmenin” en çok da Türklere yakışacağını anlamakta fazla zorlanmayız.

Mamafih, en müşfik ve soğukkanlı yağma bizimkisidir. Öyle ki, hükümdarlar dahi Orta Asya’da şölen tertip ettiklerinde, halka kap kacak yağmalatırlar ve cömertliklerini böylece ispat ederek Kut sahibi olduklarını gösterirlerdi.

Yabancıya ait değerlere, güzelliklere mala ve mülke hakim olmaya bu kadar namzet başka bir millet olmadığından fetihçi Türklerde “geno-kültürel” bir yabancı sevgisi oluştu.

Bunu, kot taşlama ünitesinde çalışan işçilere musallat olan silikozis hastalığına benzetebiliriz.

Bazı boylarda marifet addedilen, yabancıdan at çalma kültürünün, günümüzde otellerden havlu çalma ritüeliyle yaşadığını da unutmayalım.

Bütün bunlar, İslam’a rağmen de olmaktadır. Komşudan tuz çalarak bozulan büyüler ve düğün evinden kaşık çatal çalarak açılan kısmetler de cabası…

Sakın yanlış anlaşılmasın, Türklerde törenin izin verdiği yukarıdaki talancılığın dışında günlük hayatta hırsızlığın cezası, ölümdü.
Hırsızın boynu vurulur, kesik başı babasınn boynuna asılır ve oba avlusunuda gezdirilirdi. “Vebali boynuna” deyimi buradan geliyor.

Bu yüzden de savaş ve tören yağmaları dışında Türklerde hırsızlık, mesela Spartalılardaki gibi bir meziyet değildir.

“Anahtar” gibi çok yaygın bir mimari aksesuarın Rumlardan öğrenilmesi, Türklerin kapılarını kilitlemediğinin oba hayatında hırsızlıktan emin yaşandığının bir delilidir.

Tanzimatın suçu ne!..

Grup dışından olanlara gösterilen sevgi ve saygıda ifrat olarak açıklayabileceğimiz Türk’e mahsus “kozmopati hastalığı,” sadece Tanzimat aydınının batı hayranlığıyla izah edilemez.

Çünkü Tanzimat öncesi aydınında da Arap sempatisi mevcuttu. Bögü kağandaki Çin, Keykavus’lardaki İran sempatisi gibi…

Türklerde hiç bir zaman doğudaki Moğollara ve kuzeydeki Slavlara karşı “yabancı sevgisi” olmadı çünkü bu kendisi talancı olan iller, Türk talan alanının dışında kalıyordu.

Ancak Türk, batısındaki ve güneyindeki talan alanlarının insanlarını, daima potansiyel bir teba olarak gördü. Türk, güçlü olduğu zamanlarda bu yabancıları, fetih yoluyla “sürekli bir ganimet gibi” yanına aldı.

Onları, hoşgörüyle yönetti.

Uyuyan Türkmenlere rağmen ve uyanmış Timur’a inat yabancılara yaşam hakkı verdi.

Türkmen’den esirgediği sevgiyi, gayrimüslimden esirgemedi; hatta onları tabir caizse başının üstünde gezdirdi.

Broadway’deki bir müzikale duyulan kozmopati ile Mekke’de okunan ezana duyulan “aşırı sempati” aslında aynı kaynaktan besleniyordu.

Yabancı olana, farklı olana, uzak olana duyulan hastalıklı sevgiden…

Aynı kozmopatik rahatsızlıklar, güçsüz olduğumuz dönemlerde Türklerden bazılarının haysiyetsiz bir şekilde yabancıların koynunda ve kucağında siyaset yapması neticesini de doğurdu.

1970’lerde Belgrat’ta Sovyet yanlısı komünistlere, Yugoslav “öz yönetim”cileri, “Türk tipi komünist” diyor ve onların şahsiyetsizliğini alaya alıyordu.

Adını koymaya çalıştığımız bu “yabancıl” hastalığı korkarım ki Amerikan yanlısı Müslümanların, dünyadaki Milliyetçi Müslümanlar tarafından “Türk tipi Müslüman” olarak anılmasına da neden olacaktır.

Sonuç:

Latince esprisini gözardı ederseniz, “Kosmopatica Turcicus,” (Türk’e özgü yabancı hayranlığı) gönüllü doktor gömleği giyen ve muharebe adrenaliniyle korunan Türk Milliyetçilerinin 100 yıldır kitleyi tedavi etmeye çalıştığı bir hastalık.

Ben Türk Milliyetçisi bir Tarihçi olarak bu hastalığın nedenlerini araştıryorum. Türklerin neden yabancılara bu kadar meraklı olduğunu anlamaya çalışıyorum.

Bununla birlikte, iç kavgalara, kardeş kanı dökmeye neden bu kadar müsait olduğumuz sorusu da beynimi kemiriyor.

Bu beyhude çabanın temelinde belki de 30-35 yıllık ülküdaşlarımda gördüğüm sevgisizliğin de etkisi var.

Belki de her seviyede yeni ve yıkıcı bir iç savaşın kokusunu alıyorum.

Bilmiyorum…

“Allah, kardeşlerimize sağlık ve muhabbet ihsan etsin” diyorum.

Şükrü Alnıaçık, 9 Aralık 2011

Gündemdeki tartışmaya küçük bir katkı…
Kenan Yavan Naci Kesener

BU KONUYU SOSYAL MEDYA HESAPLARINDA PAYLAŞ
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ