BABAN GELİRSE BENİ HEMEN ÇAĞIR HA… (Göktuğ ŞEREMETLİ)

Sıtkı Şeremetli

BABAN GELİRSE BENİ HEMEN ÇAĞIR HA…
(Göktuğ ŞEREMETLİ)

Balıkesir’de Ali Şuûrî İlkokulu karşısındaki boşlukta beş altı yıl öncesine kadar eski bir ayakkabı tamircisi vardı. İkinci aralıktaki ikinci dükkanda kır, pala bıyıklı bir ihtiyar çalışırdı: Bizim Cevdet dedemiz… (Alkalp).

Bir akşamüstü dükkanın önünde çay içerken konu Çanakkale’ye gelince ağlamaya başladı. “Rahmetli babam Hafız Ali, Çanakkale’de kaldığında anamın karnında yedi aylıkmışım. Onu hiç tanımadım. Bir fotoğrafı bile yoktu. O günler çok zor günlerdi. Seferberliğin sıkıntıları, Kuvayı Milliye zamanı, işgal yılları, yokluk, kıtlık, sıkıntı, çocukluğumuz hep ekmek peşinde sıkıntıyla geçti.

Anam (Adeviye) benim çocukluğumdan itibaren her sokağa çıkışta her bir yere gidişte yanıma gelir:

– Oğlum ben pazara gidiyorum. Baban gelirse, beni hemen çağır ha…

– Ben komşulara gidiyorum. Baban gelirse, beni hemen çağır ha…

– Ben mevlide gidiyorum. Baban gelirse, beni hemen çağır ha..

Annem babamı bekledi durdu. Büyüdüm dükkan açtım. Annem gene her bir yere gidişte dükkana gelir, gideceği yeri söyler; “Baban gelirse, beni hemen çağır ha!” diye eklerdi.

Aradan yıllar geçti. Anacığım ihtiyarladı. Gene hep değneğini kakarak yanıma gelir; “Baban gelirse, beni hemen çağır ha!” diye tembihlerdi. Günü geldi ağırlaştı. Ölüm döşeğinde bizimle helalleşti:

“Bana iyi baktınız. Hakkınızı helal edin.” Bana döndü yavaşça:

“Baban gelirse, ona annem hep seni bekledi de” dedi. Birden irkilerek doğruldu ve kapıya doğru gülümseyerek;

“Hoş geldin… Hoş geldin!” diyerek ruhunu teslim etti.

Kaynak: Çanakkale Şehitleri Tanıtım Ve Araştırma Derneği 90. yıl Fotoğraf Albümünden alınmıştır.

ALLAH YOLUNU AÇIK ETSİN

Sene 1915. Sonbaharın serin yağışlı günlerinden biri. Birinci dünya Harbi bütün cephelerde devam ediyor. Vatanın her tarafında barut ve kan kokusu. Yiğidlerin biri ölüyor, biri yetişiyor. İhtiyarı, genci savaşıyor, didiniyor, ve yurdumuza düşman çizmeleri basmasın diye, el açıp Allah’a dua ediyor. Cepheye durmadan takviye kuvvetleri gidiyor. İşte o kuvvetleri götüren tren, Bilecik İstasyonu’nda beklemekdedir. Askerlerin hepsi sakin. Belki bir daha dönmeyecekler, ama şehid olmak inancı, gönüllerine huzur veriyor.

Sevkiyat subaylarından biri, vagonların arasında, sessiz, hareketsiz bir gölge görür. Merakla şüpheyle yaklaşır. O anda şimşeğin aydınlığında şunlara şahid olur.

Ak saçlı, beli bükülmüş, soluk benizli, başı yaşmaklı, ihtiyar bir Türk anası çakılmış gibi orada duruyor, yağmurdan sırılsıklam olmasına rağmen huşû içinde beklemektedir. Anadolu’nun cefakâr, vefa timsali ve sabırlı anası ile, yaklaşan subay arasında şu konuşma geçer:

-Valide! Yağmurun altında niye bekliyorsun?

-Trende oğlum var, onu selâmetlemeye geldim.

-Oğlun kimdir, nerelidir?…

-Sögüt’ün Akgünlü köyünden, Mehmed oğlu Hüseyin.

-Onu görmek ister misin, çağırayım mı?

-Sana dua ederim, ona söyleyecek tek bir sözüm var.

Hüseyin kısa zamanda bulunur, elini öpen oğlunu bağırına basan ana son olarak:

-Hüseyinim oğlum benim, yiğidim!.. Dayın Şıpkal’da, baban Dömeke’de, ağaların Çanakkale’de şehid düştü. Bak, son yongam sensin. Eğer minareden ezan sesi kesilecekse, caminin kandilleri sönecekse sütüm sana haram olsun. Öl de köye dönme, yolun Şıpka’ya uğrarsa eğer, dayının ruhuna bir fatiha okumayı unutma. Haydi oğul! Allah yolunu açık etsin! demiştir.

Hüseyin son def’a anacığının elini öpmüştü. Yaşlı gözlerle, oğluna bakan Türk anası, son evlâdını da dualarla bu şekilde cepheye uğurlamıştır.

İKİ ŞEHİDİN DESTANI

1914 yılında Avustralya’nın “Silver City” şehrine yerleşmiş iki Osmanlı orada çalışarak hayatlarını kazanmaktadırlar. Çanakkale Savaşı sırasında Halife’lerinin İngilizlere karşı Sancak-ı Şerifi çıkardığını ve bütün müslümanları cihâda çağırdığını öğrenirler. Bu sırada Çanakkale cephesine gönderilmek üzere Avustralya’dan asker toplanmaktadır.

Bu iki genç, şehrin valisine çıkarak şöyle derler:

“Halifemiz size karşı harp ilân etmiş. Bizim de buna icâbet etmek vazifemizdir. Fakat biz sizin bu kadar zamandır ekmeğinizi yedik. Bırakın gidelim. Sizinle cephede savaşalım. Burada size karşı bir harekette bulunmayı nankörlük sayıyoruz.” Vali gülmüş ve onları reddetmiş:

“Bizi tehdid mi ediyorsunuz? Haddinizi bilin, edebinizle oturun yerinizde!” Bizimkiler de:

“Eh ne yapalım, bizden günah gitti” diye söylenerek uzaklaşmışlar.

Hemen neleri varsa hepsini satmışlar. İki makinalı tüfekle bol cephane edinmişler. Sonra?

Sonra da Çanakkale’ye gönderilmek üzere limana sevk edilecek olan Anzak askerlerini taşıyan trenin geçeceği dar bir boğaza gidip mevzilenmişler. Namazlarını kılıp helâllaştıktan sonra, kazdıkları siperlere yerleşmişler.

Üzerinde elde dikilmiş bir Osmanlı bayrağının dalgalandığı bu siperlerin hizasına gelince, raylar üzerine yığılan taşlar treni durdurmuş ve o tren, yedi yüz anzak askerini ölü ve yaralı olarak orada bırakmak zorunda kalmış.

Etraftaki tepelerde kalabalık Osmanlı kuvveti arayan düşman, bütün bu savaşı verenin sadece iki şehid kahraman olabileceğine çok zor inanmış. Neredeyse bizim bugünkü aydınlarımız kadar gâfil olan ve İslâm’ın gönüllerdeki hâkimiyetini bilemeyen İngiliz valiye de o iki kahramanın mübârek na’aşlarını selâmlamaktan başka yapacak bir şey kalmamış.
(ALINTI)

BU KONUYU SOSYAL MEDYA HESAPLARINDA PAYLAŞ
ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ